Kimlik Gelişimi Başlar, Sürer ve Devam Eder.
“Kendini keşfetmiyorsun, kendini yaratıyorsun. Bu yüzden kim olduğunun arayışı yerine, kim olmak istediğini bilmenin arayışına gir.”
Neale Donald Walsch
Kendini tanımak, psikoterapi süreçlerinde her zaman ana yollardan biri. Ve bu; çoğu kez patikalardan, daracık ara sokaklardan, haritada olmayan yerlerden geçerek nice serüvenler yaşadıktan sonra vardığımız bir alan… İnsan en iyi kendini bildiğini sanırken garip ama en az kendini tanıyor aslen. Galiba kendi içine bakmayı bir türlü beceremediğinden…
İnsanların, kimliklerini anlatılar ya da yaşam öyküleri şeklinde inşa ettiği fikrini ortaya atan Dan McAdams (1985), öykünün yaşam bitene dek tamamlanmadığını söyler. Bir anlamda yaşam, sürekli olarak yazılır, sürekli olarak revizyondan geçer, yeniden düzenlenip durur. Bu, kimliklerin de sürekli bir devinimde olmasını, hiç durmadan evrilmesini ifade eder.
İyi yazılmış her kitapta olduğu gibi insanın anlatısının açılış bölümleri de sonradan gerçekleşecek olanlar için sahneyi hazırlar. Sahnede kimi zaman gelecekte olacakların habercileri görünürken kimi zaman da ilk bölümlerde yaşananlar sonradan olacakların koşullarını oluşturur. Bölümler ilerleyip çoğaldıkça, öyküdeki karakterler de daha önce yaşadıkları olayları yeniden yorumlamaya ya da farklı şekillerde anlamaya başlar. Tüm parçalar nihayetinde anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde bir araya gelir ve ortaya çıkan resim, öykü boyunca yaşanmış şeylere dair özellikler taşır. Bu sebeple McAdams geniş anlamıyla, kimlik krizini tek seferlik ve kısa süreli bir deneyim değil kişiyi yaşam boyunca işgal etmeyi sürdüren bir olgu olarak değerlendirir.
McAdams’ın yaşam öyküsü modelinde, anlatı temaları belli kategoriler altında toplanır. Buna göre; yüksek üretkenliğe sahip orta yaşlı yetişkinlerin aktardıkları yaşam öykülerinde şu unsurlar belirgindir: erken yaşlarda birtakım avantajlara sahip olmak, diğerlerinin çektiği acıların farkına varmak, toplumun yararını gözeten değerlerden oluşan bireysel bir inanç sisteminin ve topluma yararlı davranışların varlığı. McAdams, bu yetişkinlerin aktardığı öykülere “adanmışlık öyküleri” adını verir. Bu öyküler genellikle kefaret temalarını içerir. Bu temalarda kötü bir durum iyi bir şeye dönüşür.
Üretkenlikleri yüksek yetişkinlerde hemen hiç görünmezken, düşük üretkenlikteki yetişkinlerde sıkça görülen bir tema ise kirlenme öyküleri olarak açığa çıkar. Bu öykülerde güzel giden bir durum kötü hale gelir; olumlu duygular yerini olumsuz duygulara bırakır ve olumsuzluk tüm hikayeyi kaplar, iyi olanı bozar ve öncesindeki olumlu hali tümüyle ortadan kaldırır. Çok zor yaşamların anlatıldığı öykülerde, sahneler az da olsa olumlu bir durumla ya da kabul edilebilir bir zorlukla başlar ancak ardından sahneye iyi ve düzgün olanı bozan, kirleten olumsuz bir duygulanım hakim olur. Kirlenme sahnesi kavramı Tomkins (1987) tarafından “nükleer sahne” olarak adlandırılan kavrama benzer. Nükleer sahnede olumlu duygulanım hızlıca olumsuz duygulanıma dönüşür; anlatı ikircikli durumlar ve hislerle dolar. Tomkins bu sahnelerin, özellikle çocukluğa ait sahneler olduğunda çok daha etkili ve güçlü olduğunu ileri sürer.
Kötünün iyiye dönüştüğü kefaret sahneleri ve iyinin kötü tarafından bozulduğu kirlenme sahneleri farklı şekillerde işler. Bu sahnelerde iyiler kötünün etkilerini tam olarak silmez. Annesinin ölümünden sonra ailesinin birbirine daha sıkı şekilde bağlandığını anlatan bir kişi için olumlu bir olay meydana gelmiştir ancak annenin ölümü silinmemiştir ve ölüm hâlâ kötü ve istenmeyen bir olay olarak anımsanır. Aile birbirine bu sayede sıkı sıkıya bağlanmış olsa da bu bağlılık ve yakınlık ölümün acısını silmeye yetmez. Ne var ki kirlenme sahnelerinde sonradan olan kötü olay iyinin etkisini azaltmış, hatta çoğu zaman yok etmiştir. Artık iyi olay kötüden bağımsız ve ayrık olarak hatırlanamayacaktır.
Bu öykülerin kimlere anlatıldığı ise bir o kadar önemlidir. Yaşam öykümüzü başkaları kadar kendimiz için de yazar ve anlamlandırırız. Dan McAdams bununla ilgili şöyle der: “İnsanlar yaşam öykülerini belirli bir okuyucu kitlesi için yazar. Bir öykünün hitap ettiği okuyucu kitlesi öykünün biçimini de ciddi şekilde etkiler. Okurlar hem dışarıda hem de yazarın içindedir. Aslında hepimizin içselleştirilmiş, özel birtakım okurları vardır.”
Yaşam boyu kimlik geliştirmeye ve kendini yine yeniden kavramaya şevkle devam etmek dileğiyle,
İnci Güçer
Klinik Psikolog, Psikoterapist
Bir cevap yazın